28 Ekim 2010 Perşembe

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı Öykülerindeki Bütünlük

ARZU GÜNEYSU
İncelenen Kitap: UZUN SÜRMÜŞ BİR GÜNÜN AKŞAMI-BİLGE KARASU
Boğaziçi Üniversitesi
Mayıs-2010

İçindekiler

GİRİŞ
ANLATICI TİPLERİ
ZAMAN BOYUTU
ÖYKÜLER ARASI BAĞLANTILAR
KAYNAKÇA

GİRİŞ

Bilge Karasu (1930-1995) ikinci kitabı olan “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” adlı öykü kitabı ile 1971 Sait Faik hikaye armağanını almıştır. Kitapta kitapla aynı ismi taşıyan birinci bölüm altında “Ada” ve “Tepe” öyküleri Dutlar adlı ikinci bölümde ise yine “Dutlar” adını taşıyan bir öykü bulunmaktadır.İlk bölümde resim-kırıcılığın İmparatorluğun resmi öğretisi olması durumu karşısında, üç keşişin kendilerini yoklamaları, inançlarını sorgulayışları,yaşantılarını ve düşüncelerini irdeleyişleri anlatılmaktadır.
Bizans’ ta 5. yüzyılın ortalarından başlayan ikonlara tapınmanın, Konstantinople’un Araplarca kuşatılmasının ardından 730 sıralarında yasaklanması olarak bilinen “resim kırıcılığı” , Bizans İmparatoru 3.Leon un dinsel resimlerin kaldırılması kararıyla başlamıştır.Eski inançlardan vazgeçme ve yeni inanca bağlanma üzerine yapılan bu baskılar karşısında inanç bunalımı yaşayan keşişlerin, baskıya karşı aldıkları tavırlar öykülerin konusunu oluşturmaktadır.
“Dutlar” adlı ikinci bölümde ise yine baskı karşısındaki tavrın ön planda olduğu ve ilk iki öyküde karşımıza çıkan sorunlara bir çözüm niteliği taşıyan bir hikayeyle karşılaşıyoruz.Dutlar’da Bizans dönemindeki baskı ortamının çağdaş versiyonu çıkıyor karşımıza.Mussolini ile İtalya’da baş gösteren faşizm ve 1960’ta yaz başlarında Türkiye’de yaşanan olaylar bu öyküyü oluştururken kitabı da bütünlüyor.
Bilge Karasu öyküleri anlatırken klasik olaylar zincirini sunmuyor önümüze.
Birbiri içine örülü ama bir ahenk içinde sunulan gözlemler, düşünceler ,tamamlanmamış cümleler ,betimlemeler olayların nasıl geliştiğini anlamayı okura bırakıyor.
Bilge Karasu’nun eleştirmenleri, dostları ve öğrencileri tarafından oluşturulan “Bilge Karasu Aramızda” adlı kitapta hem yazarın öykücülüğüne hem de “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” adlı yapıtın zaman boyutu ,anlatım tekniği ,tarihsel boyutu ,olay örgüsü üzerine birçok yazıya rastlamaktayız.Bu değerlendirmeler hem kitabı anlamak hem de öne sürülen düşünceleri değerlendirmek açısından bu ödeve oldukça verimli bir kaynak oluşturacaktır.


Sözünü ettiğimiz kitapta bulunan Ülker Gökberk ‘in “Uzun sürmüş Bir Günün Akşamı Üzerine” adlı yazısında kitabın gerek tarihsel gerek simgesel boyutları içinde toplumsal olan üzerine bir düşünmeyi yansıttığı ileri sürülüyor.Gökberk’in bu düşüncesinde haklılık payı yüksek; çünkü kitabın geneline hakim olan toplum-inanç-baskı karşısında bireyin tavrı ortak teması bu savı doğrulamaktadır.
Yine aynı kitapta Nurdan Gürbilek tarafından yazılan “Yazı ve Arınma” adlı metinde Karasu’nun dilinin işlenmiş üzerinde çalışılmış oynanmış bir dil olduğunu savunmaktadır.”Ritm düşünülerek, ses düşünülerek, görsellik düşünülerek kurulmuş,kurgulanmış,kusursuz olması istenmiş bir dil” (193). Kitaptaki ayrıntılı betimlemelere baktığımızda ,yaşanılan acının, alınan kokunun, yapılan eylemin, uğraşın her ayrıntısını resim gibi çiziyor Karasu.Bir ressam inceliğiyle yapıyor bu işi.

“Sudan çıkıyor artık sandalın altındaki hışırtıların tınısı değişiyor.Andronikos’un ayakları ,can acıtan kuru çakıllar üzerinde şimdi.Çakıllar iri;iri,yuvarlak ayrıtlı ama yürümek kolay değil üzerlerinde...Andronikos sandalı çekiyor. Daha, biraz daha ,daha daha.Dalga gelebilir,biraz daha.Kayaya çarpabilir ,biraz daha...”(12)

“Kitap-lık” dergisinin 89 uncu sayısında Ali Görkem Userin‘in bir yorumu çıkıyor karşımıza.“Bilge Karasu’ya İmzalı Kitaplar” başlıklı bu yazıda Userin; “Edebiyata felsefe katan Karasu’nun aynı zamanda iyi bir şiir okuru, hatta gizli bir şair olduğunu
söyleyebiliriz.Öykünün sırlarını aşan metinlerinin zaman zaman şiirsel metinlere döndüğü de doğrudur.”diyor.Öykülerinde betimlemeleri bir şiir inceliğinde yapan, bir düşünceyi dolaylı olarak simgelerle anlatan Karasu hakkında yapılan bu yoruma katılmamak elde değil.

“..Ağaçların altı göl oldu.Şarkılar arttı. Anılı olacak şarkılar. Olmayacak bir şeyi, Tuna’nın akmayacağını, akmaktan vazgeçebileceğini söyleyen şarkılara karşılık veren, utkulu şarkılar…”(138)

Gürbilek yazısında bu kadar kusursuzluğu arayan, onu doruğa taşımak isteyen yazarın içinde yine de öyküsünü parçalamadan duramayan anlatısını bölmeden edemeyen ses tonunu, bakış açısını sürekli değiştiren bir Karasu olduğunu söylüyor.Öykülerde dış betimlemelerin ve iç konuşmaların sürekli art arda olması, yazarın dış gerçekliği betimlerken birden kahramanın bilinçaltına girmesi bu konuda Gürbilek’e hak vermemizi sağlıyor.
Kronolijik olarak olayların sırasını çözmenin okura bırakılması, kitabı anlamayı zorlaştırsa da kişiyi düşünmeye zorlayan bu olayları çözerken muhteşem düşünce analizleri ile karşılaşmakta ve aslında kitaptaki üç öykünün de kendi içinde birer yapboz olduğunu görmekteyiz. İlk başlarda anlaşılması zor olan öykülerin, birleştiğinde ortak bir resmin parçaları olduğunu söylemek mümkündür.
Bu ödevimizde biz metne odaklanarak hikayelerin anlatıbilimsel boyutunu inceleyeceğiz. İncelememiz anlatıcı tipleri, zaman boyutu ve öyküler arası bağlantılar olmak üzere üç bölümden oluşacak.En yoğun olarak son başlıkta olmak üzere her üç başlık altında
da üç öykü birlikte değerlendirilecektir.Savımız “Ada” ,“Tepe” ve ”Dutlar”ın birbirinden bağımsız olmadığıdır. Her öyküyü ayrı ayrı derinlemesine anlayabilmek için bütüne de hakim olmamız gerekmektedir bu sebeple hikayelerin birbirinden bağımsız olmadığını savunacağız. Anlatı açısından,tema ve anlam öğeleri açısından öyküler arası bağlantılara değinip, eleştirmen ve yazarların konu ile ilgili görüşlerinden de yararlanarak bu savımızı destekleyeceğiz.


ANLATICI TİPLERİ

Bilge Karasu’nun “Ada” ve “Tepe” adlı hikayelerinde “yabancı öyküsel anlatı” tekniği kullanımını görmekteyiz.Üçüncü bir kişi ağzından anlatılan öykülerde yalnızca tek kişiye odaklanma(sabit odaklanma) mevcut olmakla beraber anlatıcı bu odaklanılan kişinin tüm geçmişini, düşüncelerini, gördüklerini, algılarını bilen bir konuma sahiptir. Bunu “Ada”dan bir örnekle gösterebiliriz:

“İnce bir yel ürpertiyor Andronikos’u; adadan getirdiği bir çam uğultusu ile, bir çam kokusu ile ürpertiyor onu. Ne zamandır böyle bir koku gelmemişti burnuna.”(9)

Hatta Karasu burada bir adım daha öteye giderek üçüncü kişi konumundan birinci kişi konumuna geçiyor adeta. Bunu karakterin bilinçaltına, beynine girerek yapıyor.

“..burnuna.Günlük kokusundan ,bu gecenin balık, tuz, yosun kokusundan ayrı, yeni. Andronikos’un böyle yeniliklerle oyalanacak vakti yok oysa…
Canı oyalanmak istiyor.Ama vakti yok.Olmamalı.Niye olmamalıymış sanki?.”(9)

Hikayeyi dinlerken birden kendimizi karakterin düşünce dünyasında buluyoruz. Bütün öyküyü “Ada”da Andronikos’un “Tepe” de İoakim’in bakış açısıyla, onların bilinci ve bilinçaltıyla sürdürürken karakterin bakış açısının dışına çıkmayan bu kısımlarda birinci tekil şahıs anlatımıyla karşılaşıyoruz. Kararsızlıklarını, karar verme sürecindeki düşünce çatışmalarını, yapma gereğini düşündüğü davranışları ‘düşündüğü an’ öğreniyoruz. Bu süreci biz de içeriden izliyoruz. Yazar o an asıl karakter oluveriyor ve onun ağzından konuşuyor onun beyniyle düşünüyor.Sonra tekrar dışarı çıkıyor ve karakteri gözlemlemeye devam ediyor. Anlatıcımız burada yazar-anlatıcı kimliğiyle değil yazar- karakter kimliğiyle anlatıyor olayları, öyküyü.Tepe’de “İoakim’in düşüncesi” ve “dış gerçekliğin anlatılması” arasındaki geçişi şu satırlarda görebilmek mümkündür:


“..çok uzun bir zamandan beri ,böyle bir şey duymamış,ne zamandır kendi kendine gülememişti böyle
Dalmanın dalgınlığa düşmenin sırası mı ya?
Ürperiyordu.Ancak kuyunun çevresinde dolaşmaktan vazgeçmiyordu.Başını arada bir kaldırıyor...” (79)

Yazarın birden birinci tekil ağzından konuşmaya başlamasını gösteren bir diğer örnek de şu şekildedir:

“Öleceğim heralde ,diyor.Ölecek olmasam bunları sanki bu akşam çözmem,yıllardır yaptığım birtakım işlere ,hareketlere sanki bu akşam kesin bir anlam vermem gerekiyormuş gibi niye davranayım?” (71)

Dutlar da ise özöyküsel anlatı tekniğinin kullanımı göze çarpmaktadırAnlatıcı kahraman olarak öyküde yer almaktadır.Ama ortak özellik olarak burada da sabit odaklanma mevcuttur.

“”Bir ay içinde iki kez”, diye anlatmıştı bir gün-büyümüştüm artık ,böyle şeyler bana anlatılabilirdi,öyle diyordu….Bana ders vermeye başladığı sıralarda,anlamadığım bir sürü şeyle dolu öyküsünü anlatırken ,çantasından resmini çıkarmış anneme babama göstermişti.”” (130)

Lakin,öykünün baş kahramanı burada anlatıcı değil, bahsettiği kişi olan resim öğretmeni Giuila Puzzi’dir.Anlatıcı burada gözlemci,tanık statüsündedir.
Müge Gürsoy Sökmen ve Füsun Akatlı tarafından hazırlanan Bilge Karasu aramızda adlı kitapta Güven Turan “Ada”da Zaman Kullanımı başlıklı metinde dış gerçekliğe bakanın da geçmişi ve şimdiyi düşünenin de Andronikos’un olduğunu belirtiliyor.Dış betimlemelerden düşünceye geçişlerin hep iç içe olması ve anlatımın sürekli şimdiki zaman kipiyle anlatılması nın anlatıya bir üst-kurmaca niteliği kattığını vurguluyor.(154)


Bu konuda Turan’ı desteklemek mümkün çünkü okurlara, bir kurmaca ürünü okuduklarını unutmalarına izin vermeyen Karasu’nun , anlatıcının sesini ve Andronikos’un düşüncelerini birbiri içinde aktarması , bu geçişleri apaçık bize sunması anlatılanların bir üst kurmaca olduğunu göstermektedir. Turan yazısında ayrıca bu durumun alışılmış “anlatım” zamanlarının yerini çok karmaşık ve çok boyutlu bir zaman kullanımına bıraktığını da belirtiyor.(154)



ZAMAN BOYUTU

Karasu’nun yapıtına anlatma zamanı açısından baktığımızda “karma zamanlı anlatma” tekniğinin kullanıldığını görürüz. Aslında bu öykülerde anlatı zamanı Turan’ın da dediği gibi çok boyutludur. Eşzamanlı olarak Ada’da, Andronikos’un tepeye olan tırmanışı; Tepe’de, İoakim’in Aventinus’un eteğine çıkışı ve Dutlar’da, anlatıcının ağaçlı yoldan postaneye doğru yürümesi eşzamanlı olarak anlatılırken geçmişte yaşanılanlar yani geçmiş zaman düşünce ve bilinçaltıyla, çağrışımlar ve anımsamalar yardımıyla anlatılmıştır.Yani doğrudan olmayan bir “sonradan anlatı” mevcuttur hikayelerde. Bu sebeple öykülerde geçmişle şimdi hep iç içedir.
Ülker Gökberk “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı Üzerine” adlı yazısında kitabın başlığının bütünüyle zamansal bir adlandırma olduğunu belirtmiştir.Uzun sürmek zamana ilişkin bir nitelendirme olduğu gibi “gün”ün de “akşam”ın da belirli zaman dilimlerinin adları olduğunu belirten yazar,”akşam” sözcüğünün hem bir “bitiş” hem de bir “geçiş”, “günün geceye bağlanması” anlamlarını içermesi’nin İoakim’in yaşamının sonu ve baskı döneminin bitişi- yeni bir döneme geçiş - özgürlüğe geçiş- ile bağlantılı olduğunu öne sürüyor.Bu savı destekleyen farklı örnekleri de yazıda görebilmemiz mümkün.Örneğin Dutlar öyküsünde tırtıllardan kurtulduktan sonra dut ağaçlarının yeniden yapraklanması, yeşermesi bu bağlamda “yeni bir başlangıç” olarak nitelendirilebilir.Bu da Dutlar öyküsünün hem kitapla hem de birinci bölümle doğrudan ilişkili olduğunu gösterir.


Güven Turan’ın diğer bölümde de değindiğimiz “Ada’da Zaman Kullanımı” adlı yazısında zaman boyutunun çok ayrıntılı bir biçimde ele alındığını görmekteyiz.Turan dört ayrı zaman dizgesi kuruyor .Bunlar anlatı zamanı , kozmik zaman, öykü zamanı ve kişisel (iç) zaman. Anlatı zamanı yazar- anlatıcının anlatırken kullandığı zaman ,öykü zamanı ise bu anlatıda anlatılan öykünün zamanı, kozmik zaman anlatı zamanı içinde yer alan bütünüyle güneşin hareketine bağlı zaman ve kişisel zaman da bütünüyle Andronikos’un zihnine bağlı olarak akan ve duran dönüp duran iç zaman olarak tanımlanıyor.
Turan’ın tanımladığı bu zamanlar çerçevesinde Ada’ya bakıyoruz. Andronikosu’n kayıkla adaya yaklaşmasıyla öyküye başlayan yazar, anlatıcı zamanla başlar öyküye ve ardından gökyüzünün belirli belirsiz aydınlandığını belirterek kozmik zamana geçer ve hemen ardından kendimizi Andronikos’un iç zamanında buluruz ve birbirine dolanmış şekilde sunulan bu zamanların dördüncüsü de “düne değin” girişiyle yer alır öykünün girişinde:

”Bizansta insanlar arasında bu çarpılma (ağzın çarpılması)bir çeşit gülümseme sayılırdı;bir zamanlar…İnsanlar arasında yaşadığı zamanlar ;düne değin.Düne değin;insanlar arasında yaşadığına inandığı zamanlar,yaşadığına kendini inandırdığı,inandırmağa çalışarak aldattığını anladığı güne,düne değin.” (9)

Tepe’ye baktığımız da ise yine aynı durumu görmekteyiz.İoakim’in yaptığı yürüyüşlerden bahsederek giriş yapan yazar anlatıcı zamanla başlıyor öyküsüne ve ardından İoakim’in düşüncelerine yani iç zamana geçiş yapıyor ve aylardan, sıcaklıklardan bahsederek güneşin konumuna bağlı olan bu durumlarla beraber kozmik zamana geçmiş oluyor.

Ayrıca Turan Andronikos’un tepeye ulaştığı an güneşin tam tepede oluşunun kozmik zamanın öykü zamanıyla örtüşmesine yol açtığı ve zamanın burada sembolik olarak da kullanıldığı tespitini yapıyor.Turan’ın tespitine ek bir tespit de biz yapıyoruz.
Tıpkı seçtiği yolların farklı oluşu gibi İoakim, Andronikos ‘un tersine batan güneşle yarışarak “akşam”ları yapıyor yürüyüşünü.Andronikos ise gün doğumunda başlamıştı tepeye tırmanmaya. Bu da zamanın sembolik olarak kullanıldığını destekliyor.
Dutlar öyküsüne baktığımızda da yine kozmik zaman oldukça önemli bir yere sahip. Ağaçların güneşin konumuna göre belirlenen zamanlarda yaprak açmaları hikayede önemli bir sembolik anlam içermektedir.



ÖYKÜLER ARASI BAĞLANTILAR

Bilkent Üniversitesi’nden Münevver Kırşallıoba’nın “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda Olay Örgüsü” adlı master tezinde bu üç öyküye dair çeşitli yorumlarla karşılaşmaktayız.
Atilla Özkırımlı, Türk Dili dergisinde yayımlanan “Uzun Sürmüş Bir Günün
Akşamı” adlı yazısında, ilk iki hikâyenin birbirini bütünlemekte olduğunu, aynı
sorunun farklı yönlerden kurcaladığını söylemektedir. İkinci bölüm hakkında ise
“Karasu ‘Dutlar’ı bu kitabına almamalıydı” tezini ileri sürmektedir.Biz bu savı desteklemiyoruz.
Anlatı açısından baktığımızda ilk bölümde de bahsettiklerimizden yola çıkacak olursak; hikayelerde Andronikos, İoakim ve “Dutlar”ın anlatıcı-kahramanının farkındalığı
ölçüsünde anlatılmıştır olaylar, onların bildiği, gördüğü hissettiği kadarıyla anlatılmaktadır her şey. Bu durumu değerlendirdiğimizde ortak bir “sabit odaklanma tekniği” görürüz bu da hikayeleri ortak bir paydada birleştirmektedir.


Ada’da Andronikos’un duyularıyla algılarız her şeyi, anlatıcı daha fazlasını bilemez onun algıladığı kadardır anlattığı:

“Andronikos duruyor.Şimdi yel esmiyor.Fundalar, pırnallar, her zamankinden baygın bir koku salıyor sıcakta.Ortalık böceklerin cızıltısı dışında sessiz.Uzakta, çok uzakta, ince bir uğultu; denizin kayalara çarparken çıkardığı sesin çok uzaktan işitilişi gibi...Ama deniz kımıltısız.Işığın altında titreşen ,erimiş gümüş gibi bir yüzey.Bu uzak uğultu,yakınlarda hışıldayan bir su da olabilir.”(26)

Aynı şey Tepe’de İoakim için geçerlidir:

“Irmağın sezildiği yerde artık karanlık birikmiş;yüzüne çarpan yel yumuşaklığını yitirmiş..”(83)

Dutlar’da ise anlatıcı kahramandır odaklanılan kişi, onun algılarıyla yansıtılır olaylar:

“Gözlerime inanamıyorum.Dutlar yeniden yapraklanıyor,yeşeriyor.”(125)

Öykülerdeki ortak anlam öğelerine baktığımızda da Özkırımlı’nın tezinin aksine bir tezi savunmamız mümkündür.
Üç öyküde de inanç-baskı, kaçış-dönüş, ölüm-yaşam, korkaklık- kahramanlık
birey- toplum anlam öğeleri karşımıza çıkmaktadır.İlk iki öyküde Andronikos ve İoakim
bu bağlamlarda zıt tarafları simgelemişlerdir.İkinci bölümde ise Giuila ve eşi Gigi karşıt rollerdedir bu anlam öğeleri bağlamında.
İlk bölümde Andronikos Bizans’taki inancı değiştirme baskısından kaçmıştır; ikinci bölümde ise Giulia İtalya’daki baskılardan kaçmış, Türkiye’ye gelmiştir.Oysaki eşi karşı koymuştur baskıya , tıpkı Andronikos gibi. Bu bağlamda üç öyküde de baskı karşısında alınan tavır açısından paralellikler mevcuttur.


Kırşallıoba tezinde “Ada”, “Tepe” ve “Dutlar” öykülerinde, insanların özgürlüklerinin yöneticiler tarafından kısıtlanması, muhalefet edenlerin yakalanması ve baskının işkenceye dek varması, insanların baskıdan kurtulmak için kaçmak zorunda kalmaları, yaklaşık on iki yüzyıl arayla da olsa baskı dönemlerinde yaşanan ortak olaylar olarak karşımıza çıktığını vurguluyor ve bunların Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nın iki ana bölümünde yer alan üç hikâyeyi aynı tema etrafında birleştirdiğini savunuyor.
Bir diğer yandan Virgül dergisinin 42. sayısında yayımlanan “Bilge Karasu’nun Yapıt’ına Birçala Bakış” adlı metninde Tansu Açık, “Dutlar”da da, “Ada” ve “Tepe” hikâyelerindekine benzer bir bakışımın seçilebilir olduğunu söylemektedir.Yani, bu üç hikâye,kahramanlık ,baskı ve kaçış temaları bakımından birbirine benzemektedir.
Ayrıca Güven Turan ““Ada”da Zaman Kullanımı” adlı yazısında kitapta yer alan üç öyküden ikisi ada ile tepenin bir bütün oluşturduğunu, bu iki öyküyle dutlar adlı üçüncü öykünün yapıtın temel izleğinde birleştiğini söylüyor.
Üç öyküyü de birbirine bağlayan en önemli unsurlardan bir diğeri de kahramanlık olgusudur.Andronikos ilk başlarda baskıya karşı koyuşuyla bir kahraman gibidir İoakim’in gözünde.

“Andronikos’un yaptığı kahramanlıktı.
Hem son yaptıklarıyla değil,ta başından başlayarak kahramanlık etmişti.
Kaçtığı günden başlayarak.”(72)

Oysaki Karasu’nun kahramanlık konusundaki düşünceleri kitabın ilerleyen bölümlerinde kendisini göstermektedir İoakim’in düşüncesi aracılığla. İkinci bölümde İoakim sorgular bu kavramı:

“Oysa kahramanlığı, nice zamandır, yüceltici, yüce bir şey olarak değil, küçültücü, küçük
Küçültücü de değil
Yüceliksiz,yüceltmeyen bir şey olarak görüyor.
Ama nasıl birtakım topraklar üzüm bir takım sular lüfer yaşatıyor üretiyorsa birtakım
kentler,bir takım insan toplulukları da kahraman yaratıyordu.Kendisinin kahraman olmaktan kaçınması,kahraman olmamak için bütün gücünü kullanmış olması, gerçekte bir şeyi değiştirmezdi.Önemli olan, kahraman yetiştiren bu kentlerin,bu insan topluluklarının onları yetiştirmez duruma gelebilmesiydi.Onu yetiştirmeyi gereksinmemesiydi.Ama böyle bir şey nasıl olur ,ne zaman olur? Bunu kimse bilmiyor daha.”(73)

Bilge Karasu’nun düşüncelerinin de bu yönde olduğunu Virgül dergisinin Kasım 2002 sayısında yayınlanan Bilgin Adalı tarafından kaleme alınmış “Haluk’a Mektuplar” başlıklı yazıda görebiliyoruz. Adalı yazısında, metinle aynı başlığı taşıyan Devin yayınlarından çıkmış kitabın 61.sayfasından bir alıntı yapıyor.Bilge Karasu ağzından yazılan mektuplardan birinde Karasu şunları söylüyor:

“…Kahramanlığı da sevme,derim,o da pis bir şey.Kahramansız bir dünyada,(kahraman olmamağa dikkat ederek,demeli,kahramanları hala seven bir dünyada yaşandığına göre)yaşamaya çalışmalı.”

Kırşallıoba çalışmasında kitabın tezinin bu düşünceler doğrultusunda olduğunu belirtiyor.“Karasu’nun bu yapıtta ileri sürdüğünü düşündüğümüz tezi, toplumların
kahramana gereksinim duymayacak hâle gelmesi gerektiğidir.”(135)

Bu bağlamda düşündüğümüzde Dutlar kitapta kilit rol oynamış oluyor; çünkü
İoakim’in istediği bu toplumun oluşacağı umudu Dutlar öyküsünün anlatıcı kahramanı tarafından simgesel olarak yansıtılıyor. Dut ağaçlarının bir yıl içinde dahi iki kere yaprak açabileceğine inanmayan anlatıcı, aynı ay içinde ikinci kere çiçek açabileceklerini belirtiyor.Tırtıllar tarafından yenen yaprakların yerine aynı ay içinde yenilerinin yeşermesi büyük bir umudu simgeliyor aslında öyküde. Bu da üç öykünün de bir bütünün parçaları olduğu savımızı destekliyor.


SONUÇ

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda gerek anlatısal açıdan gerek zaman boyutu, tema ve anlam öğeleri açısından üç öyküde de paralel ,birbirini bütünleyici özellikler görülmektedir.
Öyküler birbirinden tamamen ayrı düşünülemeyeceği gibi bunları ayrı düşünmek hikayelerin her birinin kavranışını da engeller. Bilge Karasu bu kitabında toplumların kahraman yetiştirmez duruma gelmesi gerektiği düşüncesini vermeye çalışmaktadır okura. Bu tezden yola çıktığımızda da bütünün bir parçası olup olmadığı en çok tartışılan “Dutlar” öyküsünün kitabı bütünleyici bir rolü olduğunu görürüz.Dutlar öyküsünde böyle bir toplumun var olabileceği düşüncesi-umudu yansıtılmaktadır.Tüm bu bağlantılar da üç öykünün birbirinden bağımsız olmadığına dair savımızı desteklemektedir.Son olarak Dutlar’daki o umudu şu satırlerda görebiliriz:
“Elimi çekiyorum ağacın gövdesinden.Bir daha bakıyorum yapraklara.İnanmak için.İnanmalı işte.Karşımda duruyor,güneşi durduruyorlar yukarılarda.Tuna nehri akmaz olur mu?”(138).



Kaynakça

 Ali Görkem Userin, “Bilge Karasu’ya İmzalı Kitaplar” , Kitap-lık 89.Sayı (sf 5-8), Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi

 Bilge Karasu ,”Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” ,Metis Edebiyat (İstanbul ,Kasım 1991).

 Bilgin Adalı , “Haluk’a Mektuplar”, Virgül Kasım 2002 (sf 28) , Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi..


 Münevver Kırşallıoba, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda Olay Örgüsü”, Türk

Dili Edebiyatı Bölümü,Bilkent Üniversitesi, (Ankara,Ağustos 2004).

 Füsun Akatlı -Müge Gürsoy Sökmen , “Bilge Karasu Aramızda” ,Metis Edebiyat (İstanbul,Kasım 1997).

 Tansu Açık , “Bilge Karasu’nun Yapıt’ına bir çala Bakış”, Virgül Temmuz 2000 (sf 42-46), Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi.

 http://tr.wikipedia.org/wiki/Üstkurmaca

 http://edebiyatsanat.com/roman/39-roman-uzerine-yazilar/149-roman-ve-hikayede-zaman.html

1 yorum:

Ayberk Özgür dedi ki...

Çok başarılı buldum makalenizi, eseri çok güzel incelemişsiniz.